6 Eylül 2013 Cuma

RÖPORTAJ ATÖLYESİNE BAŞVURULAR BAŞLADI


"Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportajı bir edebiyat dalı saymak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak."                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Yaşar Kemal




Ne?
78’liler Girişimi bünyesinde oluşturulan ve deneyimli gazetecilerle akademisyenlerin seminerleri yönlendireceği Röportaj Atölyesi’ne başvurular başladı.

Ne zaman?
Atölye çalışmaları 26 Ekim 2013 tarihinde başlayacak. Atölyeye katılmak isteyenler 78li.org’da yayınlanan başvuru formunu doldurarak bize iletebilirler.
Son başvuru tarihi 20 Ekim 2013. 

Neden?
Gazeteciliğin düz haberden sonra belki en önemli branşı olan röportajın son yıllarda neredeyse unutulması karşısında, önce teorik ve pratik bilgilerin hatırlanması/yenilenmesi, genç kuşağa röportajın önem ve konumunun kavratılması, nihayet özel olarak sadece özgün ve çeviri röportajlar yayınlayacak bir derginin kadrosunu yetiştirmek. Atölyeye katılanlar, Türkiye ve dünyadan röportaj örneklerini derinlemesine inceleme, farklı gazetecilik yazım türlerinde çalışmalar yapma, edebi gazetecilik alanının sınırlarını keşfetme ve röportaj yazarlığı alanında kariyer başlangıcı yapma olanağını bulacaklar. 

Kim’le? :  

Atölye yürütücüleri: 

Celal Başlangıç, Ragıp Duran, Prof. Yasemin İnceoğlu ve Doç. Esra Arsan.  

Konuk katılımcılar (Alfabetik sırayla):

Bekir Ağırdır, Bekir Coşkun, Can Dündar, Cengiz Aktar, Doğan Akın, Erdoğan Aydın, Ergin Konuksever, Faik Bulut, Fikret İlkiz, Fikret Otyam, Göksan Göktaş, Hasan Cemal, Hıfzı Topuz, Hikmet Çetinkaya, Mete Çubukçu, Mihail Vasiliadis, Nazım Alpman, Pınar Öğünç, Rıdvan Akar, Sarkis Seropyan, Sırrı Süreyya Önder, Tuğrul Eryılmaz, Yalçın Pekşen.

Nerede?:
Tüm sunumlar, teorik ve pratik grup çalışmaları, Beyoğlu’nda 78’liler Girişimi’nin toplantı salonunda gerçekleşecek. Üç aylık süre, mesai saatleri dışında hafta içinde 18.30-20.30 arası 2 saat, hafta sonları ise 12.00-18.00 saatlerinde 2 şer saatlik 3 ayrı oturum şeklinde gerçekleştirilecek.

Nasıl?
Yaş ve tahsil koşulu olmaksızın gazetecilik ve edebiyata meraklı, özel olarak da röportaj yazarlığına hevesli herkes atölyeye başvurabilir. Yazılı başvurular arasından daha sonra yapılacak sözlü mülakatla en az 15 en çok 25 aday atölyeye katılım için seçilecektir. Adaylardan 3 aylık atölye için sembolik bir ücret alınacaktır.

Konuk katılımcılar:
Gazetecilik, habercilik, röportaj, foto-röportaj, öykü dallarında uzmanlığını/yetkinliğini/ustalığını kanıtlamış konuk uzmanlar röportajı merkez alan bir konu mecrasında katılımcılara sunum yapacak, tartışma yürütecek. Daimi eğitmenler ise bu sunumların tümüne katılıp çalışmaları yönlendirecek, uzman konukla katılımcılar arasında  köprü kuracak. Esas olarak da uygulamaya yönelik oturumlarda eğitmen olarak görev yapacak.

Atölye programı:
Atölye çalışmaları “Temel Gazetecilik”, “Röportaj Teknikleri ve Röportajcılar” ve “Edebî Gazetecilik” olmak üzere 3 ana patikadan oluşuyor.  Bu üç patikayı “Genel Gazetecilik” ve “Türkiye’nin Meseleleri” başlıklı iki ek modül tamamlıyor.

Patika, modül içerikleri ve saatleri çok yakında duyurulacak.   

Başvuru için linke tıklayınız: 
  

Savaş, Şiddet ve Gazetecilik

Ragıp Duran

25.04.2013
Express Dergisi


Merhaba,
Bizde gazeteciler, günlük yoğun koşuşturma telaşı içinde meslektaşlarıyla bir araya gelip meslekî konuları ve uzmanlık alanlarını konuşmaya pek zaman ve mekân bulamıyor. Eskiden —eskiden dediğim, galiba yirmi yıl oldu— hepimiz Cağaloğlu’nda iken, Cemiyet’in lokali vardı, işten çıkınca, çalıştığımız gazetelerin rengine ve cinsine aldırmadan, bir araya gelir, bir şeyler yer, içerdik. Hoş sohbetler olurdu orada. Hatırlıyorum, İslam Çupi, barın taburesine adeta tünemiş, bir şeyler anlatırdı.  Pazartesileri Cemal Süreya’ların grubu gelirdi. Barmen Hıdır hepimizin cemaziyelevvelini bilirdi, ama kimseye bir şey söylemez, bir rivayete göre, bütün bildiklerini akşam eve gittiğinde akvaryumdaki balıklarına anlatırmış. Türkiye’nin bir döneminin gerçek basın tarihini bir gün Hıdır’ın balıkları yazacak!
Şimdiyse o kocaman cam-metalik işyerlerinde, aynı grupta çalışan gazeteciler bile birbirini tanımıyor. Bu nedenle bu toplantıyı düzenleyen Konrad Adenauer Vakfı’na, Gazeteciler Cemiyeti’ne ve Türk-Alman Vakfı’na teşekkür ediyorum. Üç gün boyunca böylesi güzel, sakin bir mekânda bizi bir araya getirip önemli konuları tartışmamıza zemin hazırladığı için organizatörlere  çok teşekkürler…
İlke olarak barış mesleği
Gazetecilik mesleği, ilke olarak/doğal olarak –par définition, par excellence– barış mesleğidir. Gazetecilik, fikir ile, akıl ile, yazı ile, çizi ile, ses ve görüntü ile yapılır. Bunlar hep barış ortamının araçlarıdır. Fikrin hür olabilmesi için sükûnet ortamı gerekir. Yazmak, çizmek, seslenmek ya da görüntüyle bir şey anlatmak için de barış gerek. “Sözün bittiği yer” diye bir deyim vardır ya, oradan sonra şiddet başlar. Dolayısıyla sözle şiddet arasında bir çelişki var. Şiddetin en kitlesel, en yaygın ve herhalde en vahşi versiyonu olan savaş ortamında, gazetecilik susmak zorunda kalır. Savaş şiddetin başladığı, sözün bittiği yerdir. Savaş zamanında, topların, tankların, bombardıman uçaklarının sesi, bizim mikrofonların sesi bastırır, askerî bildiriler bizim haberleri/yazıları karartır, o ateş ve duman görüntüsü televizyon kameralarının gerçeği görmesini engeller. Savaş zamanında, gazeteci, ancak askerin izin verdiği yere gidip haber yapabilir. Savaşta, belki de insanlardan önce, gerçekler ölür. Çünkü güçlü olanın gerçeği, bir dönem için, herkesin gerçeği, yani hakiki gerçek olarak sahneye çıkar. Gazetecilik, biraz da gerçeğe ulaşma/gerçeği arama mesleği olduğu için, savaş zamanı da gerçekler öldürüldüğü için, savaş zamanı gazetecilik çok zor, neredeyse imkânsızdır. Neredeyse dedim, çünkü her şeye rağmen, en kötü, en zor koşullarda da olsa, gazeteciler, halkın bilgi ve habere özgürce ulaşma hakkına kavuşabilmesi için, ellerinden geleni yaparlar.
Gazeteci, işte tüm nedenlerden dolayı, ilke olarak, meslek olarak barışçıdır, barışçı olmak zorundadır. Gazetecinin, birey olarak siyasî, ideolojik tercihleri olabilir, vardır da zaten.  Ama gazeteci, mesleğini doğru dürüst yapabilmek için, hava gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu barış ortamı olmazsa, gazetecilikten uzaklaşır, egemenlerin, savaşan taraflardan birinin aracı/sözcüsü haline gelebilir.
Embedded gazeteciliğin iflası
Bugünkü konumuzla ilgili olarak burada kısaca “Embedded Gazetecilik” konusuna da değinmek isterim. Niyazi Abi (Dalyancı) de söz etti. Türkçede bu deyim “İliştirilmiş” olarak geçiyor. Bence hafif, hatta yanlış. Çünkü “Embedded” sözcüğünün hem etimolojisine baktığımızda, hem de “Embedded Gazetecilik”in uygulamasına baktığımızda, iliştirilmiş, sanki böyle teğellenmiş gibi hafif bir bağlantı çağrıştırıyor. Halbuki “Embedded” sözcüğünün buradaki karşılığı “Gömülmüş” olmalı. Mesela Fransızca karşılığı “Encastré”dir. Türkçede de kullanılır, “Ankastre dolap” denir mesela, duvarın içine gömülü dolaplar için… Ben uygulama hakkında bilgi sahibi olduktan sonra “Embedded” sözcüğünü açıklamak için “Askerî Yatılı Gazeteci” deyimini önerdim. Çünkü bu gazeteciler, sahaya çıkmadan önce, askerî kamplarda eğitim alıyor, askerlerle yatıp kalkıyor ve ordunun belirli bir disiplini altına giriyor. Neyse ki hem akademik hem de meslekî alanda “Embedded” gazetecilik iflas etti, kimse artık pek savunamıyor.
Embedded  gazetecilik, akredite gazetecilikten çok farklı bir uygulama. Bir kere haber kaynağı ile gazetecinin mesafe bırakmasına izin vermiyor embedded sistemi. Gazeteci de haber kaynağının neredeyse bir parçası haline geliyor embedded’de. Artı, embedded olmak için “Ground Rules” (Sahanın Kuralları) başlıklı bir dizi ilkeyi kabul edeceksiniz. Bu kurallar arasında, sizi “istihdam eden ordu” aleyhine haber yapmamak, bazı haberleri medyanıza iletmeden önce komutanın onayını almak gibi bağlayıcı maddeler var. Kurallara uymamanız halinde de sizi medyanıza geri gönderiyorlar. Ayrıca da embedded iken başınıza bir şey gelirse, sizi embedded yapan ordu (ki şimdiye kadar sadece ABD ordusu bu uygulamayı yaptı) sizden, orduya karşı herhangi bir dava açmayacağınıza dair sözleşme imzalamanızı istiyor. Bunlar gazeteciliğe, muhabirliğe tamamen aykırı yaklaşımlar. Embedded’in bu kadar kısıtlayıcı maddeleri olmasına rağmen, ABD askerî jargonunda  embedded olmayanlara da ilginç bir sıfat /isim takılmış: Unilateral! Yani “Tek yanlı”. Askerle birlikte tankta, zırhlı taşıyıcıda cepheye giden, çatışmaları tek taraflı olarak izleyen embedded  muhabir, bu yaklaşıma göre –nasıl oluyorsa?– multilateral (Çokyanlı) oluyor, hiçbir orduya bağlı ve bağımlı olmadan sahada çatışmaları izlemeye çalışan muhabir “Tekyanlı” olarak isimlendiriliyor. İlginç yani!
Embedded gazeteciliği savunanlar, bu yöntem sayesinde, çatışmaların çok yakınına gidilebileceğini, cepheden çarpışmaları çok yakından izlemenin mümkün olduğunu belirtiyor. Ayrıca bir ordunun içinde, gazeteci kimliği ile, gömülü olunca, askerlerle birlikte yatıp kalkınca askeriyenin halet-i ruhiyesini daha iyi anlayabileceklerini / yaşayabileceklerini söylüyorlar. Nihayet gömülü olmanın bir avantajının da, belki çatışmalar boyunca, yani embedded olunduğu süre içinde olmasa da –çünkü o dönemde sözleşme uyarınca aykırı, muhalif haberlere izin yok–  bilahare kitap yazarak savaşın bir başka açıdan gerçeklerini yazmanın mümkün olduğunu öne sürüyorlar.
Bir çatışmaya ne kadar çok yaklaşırsan o kadar iyi “cover” edersin, diye bir kural yok. İyi gazeteci, yaşayan gazetecidir. Bu nedenle savaş muhabiri, risk değerlendirmesi yapıp, kendisinin asker değil, gazeteci olduğunu sürekli aklında tutup, cephede ilerleyebileceği minimum ve maksimum alanları saptar. Ordu Foto Film Merkezi size zaten propaganda olarak cepheden çok yakın çekilmiş fotograf ve filmleri servis edecektir. Onun yaptığı bir işi embedded gazeteci olarak sizin yapmanıza gerek yok. Roller karışmasın…
Savaş bittikten sonra embedded’lerin kitap yazması tabii ki iyi bir şey. Ama gazetesi, muhabiri, savaş cephesine, iki yıl sonra kitap yazsın diye göndermiyor. O sırada oradan, cepheden sıcağı sıcağına haber geçsin diye gönderiyor. Biz yurttaşlar, biz okurlar da, embedded gazeteciden, o sırada, cephede gördüklerini, o sırada isteriz, haber olarak isteriz, iki yıl sonra kitap çıkınca meraklısı olarak okuruz da, “Sen çatışma sırasında haberlerinde bunları niye yazmadın?” diye de sorarız. Cevabını bilsek de… Embedded gazetecinin embedded iken yazıp yayınladıkları biraz da “O benim resmi görüşümdü!” fıkrasına benziyor. Cepheden geçtiği  ve medyasında  yayınlanan haberlerle iki yıl sonra kitabında anlattıkları çelişiyorsa, ki çelişiyor,  embedded’liğin gazetecilik açısından matah bir uygulama olmadığı açık. CNN, embedded muhabirlerine, ikinci Irak saldırısı sırasında, blog yazmayı yasakladı. Çünkü CNN’in embedded muhabiri, cepheden her gün, embedded kurallarına uygun haberlerini CNN’e geçiyor, ama CNN’e yazamadıklarını da kendi blogunda, savaş günlüğü  şeklinde yazıyordu. CNN’de yayınlanan haberle blogda aynı muhabirin yazdıkları arasında dağlarca fark, hatta zıtlıklar vardı.  CNN, Amerikan ordusu ile arayı açmamak için, muhabirlerinin blog yazmasını yasakladı.
Kırım, Vietnam, Malvinas
Niyazi de demin sözünü etti: 1853-56’daki Kırım Savaşı, gazetecilerin izlediği ilk savaş. Tabii o zamanki iletişim teknolojisi nedeniyle, Kırım’daki muhabir, London Times’a haberini ancak bir hafta-on günde ulaştırabiliyor. Fotograf yerine daha çok da kroki, resim ve illüstrasyonlar var.  Çatışma ile çatışma haberinin yayınlanması arasında bu kadar zaman farkı olduğunu bilen muhabir/yazar/editör de, kuşkusuz bu farkı hesaba katarak, dar/sınırlı/kısıtlı bir çatışma bilançosu yerine, savaşı genel olarak betimleyen/anlatan bir üslup (Narrative) tercih ediyor.
Vietnam Savaşı (1963-73), medya-savaş ilişkileri açısından önemli. ABD, onbinlerce kilometre uzaktaki bu savaşın Amerikan kamuoyuna kendi istediği gibi yansıtılması için yavaş yavaş önlemler almaya başlıyor. Amerikan kayıp sayısı azaltılıyor, Vietnam kayıp sayısı abartılıyor, müthiş bir anti-komünist propaganda var…
Falkland ya da Malvinas Savaşı da (1982) medyanın resmî/askerî denetiminin bir üst aşamaya çıktığı savaş olarak bilinir. Muhabirler, İngiliz savaş gemilerinde görevlidir, haberlerini oradaki komutanın onayından sonra yazı işlerine geçebilirler. Merkezde Londra’da da gazete merkezlerine ordunun talimatları yağar. “Ordunun morali”, “Millî çıkarlar”, “Askerî sır” gibi kavramların bolca kullanıldığı talimatlar…
Savaşlar sürerken, son 40-50 yıl içinde medyanın da hem teknolojik olarak güçlenip yaygınlaşması, hem de toplum üzerindeki etkilerinin artması nedeniyle, halkın savaş zamanında da habere özgürce ulaşmasını sağlamak için, savaş zamanında da iyi gazetecilik yapmak için, önce teorik olarak, sonra da pratikte bazı alternatif arayışlar, bazı karşı çıkışlar gündeme geldi. Mesela 70’li yıllarda Prof. Johan Galtung’un teorileştirdiği Barış Gazeteciliği bu arayışların / karşı çıkışların en önemli / en bilinen örneği.
Buraya bir parantez açayım: Barış Gazeteciliği, bir tarz, bir üslup, bir sistem olarak tabii ki önemli. Aslında son yıllarda sadece Barış Gazeteciliği değil, Hak Haberciliği, Yurttaş Gazeteciliği, Sosyal Medya İletişim Paylaşımı gibi çeşitli akımlar ortaya çıktı. Hepsi de bence özde olumlu, iyi niyetli girişimler. Fakat tüm bu akımlar, aslında bizim bildiğimiz klasik gazeteciliğin, geleneksel gazeteciliğin özünü, işlevini, amaçlarını kaybetmesi nedeniyle ortaya çıktı. Klasik gazetecilik, belki de ilk doğumundan bu yana zaten barış yanlısıdır, zaten hakların savunuculuğunu yapar. Ama zaman içinde gazetecilik, giderek malî sermayenin, egemenlerin bir ajitasyon-propaganda aracı haline gelince, klasik –burada belki de egemen, yaygın demek gerek– gazetecilik eski olumlu işlevlerini, amacını yitirince, eski işlevleri yerine getirecek mekanizmalar ihtiyacı belirdi.
Reed, Hemingway, Londres ve diğerleri
Bu söylediklerimi örneklemek / kanıtlamak için eskilerden birkaç örnek sayacağım:
  • John Reed. “Dünyayı Sarsan On Gün” romanı aslında bir savaş gazeteciliği klasiğidir. Esaslı bir röportaj dizisi gibi okunabilir.
  • Ernest Hemingway’i romancı olarak biliriz, ama gazeteciliği/muhabirliği de vardır. Balkan Savaşı –  Birinci Dünya savaşı döneminde Amerikalı genç bir gazeteci olarak bölgeden günü gününe haberler geçmiş. Bir kısmı Türkçe olarak da yayınlandı. Savaşın yıkımlarını, insanî trajedileri çok güzel anlatıyor.
  • Albert Londres da Fransızların müthiş bir gazetecisidir. İki dünya savaşı arasında neredeyse bütün dünyayı dolaşıp uzun röportajlar yayınladı. I. Dünya Savaşı sırasında da cephelerde dolaştı, haber yaptı.
Bu üç kıdemli gazetecinin yazdıklarını okurken, özellikle de savaş röportajlarını okurken bir şey dikkatimi çekti: Reed Amerikalı, evet, Bolşeviklere belirli bir sempatisi var. Ama Rus değil. Dolayısıyla Sovyet Devrimini izleyip aktarırken herhangi millî bir önyargısı yok. Keza Hemingway de Amerikalı, Osmanlı ile Balkan halkları arasındaki ihtilafta taraf olacak bir kimliği yok. Nihayet Londres’un, mesela Çin ya da Güney Amerika röportajları, Fransa’nın da dahil olduğu I. Dünya Savaşı röportajlarına oranla daha sağlıklı, çünkü Çin ya da Latin Amerika’da Londres’un  kimlik olarak meyledeceği, tutacağı bir taraf yok. Meselelere daha uzak, daha soğukkanlı bakabiliyor.
Reed, Hemingway, Londres… Bu üç gazetecinin yaşadığı ve savaş muhabirliği yaptığı dönemlerde medya teknolojisi de tabii ki bugüne göre çok geri. Öyle anı anına cepheden çatışma haberleri ya da fotograf filan gönderemiyorsun. Biraz da bu nedenle, ama esas olarak savaşa bakış açısıyla, bu üç gazetecinin yazıları, haber-yorum ya da izlenim denebilir bunlara, daha “narrative” bir tarzda. Öykü anlatır gibi adeta…
Bugünün Barış Gazeteciliği yaklaşımının ve ilkelerinin önemli bir kısmı bu üç gazetecinin perspektifinde ve yazılarında var. Bir kere her üç yazar da, savaşın sürmesi için değil, bitmesi için habercilik yapıyor. Tüm yazılar insan odaklı. Üç gazeteci de savaşan taraflardan birinin propagandasını yapmıyor. Ölü-yaralı sayısı üzerinde  durmaktansa, savaşın nedenleri ve olası barış ihtimalleri üzerinde duruyorlar.
Ne çok eski ne çok yeni bir başka olumlu örnek de Walter Cronkite’tır.
1963-73 döneminde ABD’nin Vietnam Savaşı döneminde CBS’in efsanevî haber sunucusu Cronkite, II. Dünya Savaşı sırasında da savaş muhabirliği yaptığı için tecrübeli bir gazeteci. 70’li yıllarda New York’ta stüdyoda ana haberleri hazırlayıp sunarken, Vietnam’dan gelen haberler konusunda yavaş yavaş kuşkuya düşüyor. Ve koltuğunu bırakıp olay mahalline gidiyor. Yaklaşık bir hafta-on gün boyunca Vietnam muhabirliği yapıyor ve Amerikan havaalanlarına inen asker cenazelerinin yanısıra, Amerikan kamuoyunun Vietnam Savaşı konusundaki algısını değiştirmesinde önemli bir rol oynayan bir gazetecilik yapıyor. Bu haber klipleri bugün hâlâ ABD’de doğru dürüst gazetecilik okullarında ders olarak gösterilir. Ben birkaç tanesini gördüm. Özü, “Burada durum hiç de bizim Amerika’da sandığımız gibi değil. Bir avuç komünist Vietkong dediklerimizin burada önemli bir desteği var… Ordu içinde moraller çok yüksek değil” vs… Cronkite’ın bu “coverage”ı Amerikan yönetimini, özellikle de orduyu çok rahatsız etti. Hatta bir Genelkurmay Başkanı, Cronkite haberlerine gönderme yapıp “Biz Vietnam’da savaşı Amerikan medyası yüzünden kaybettik” bile demiştir.
Reed, Hemingway, Londres, Cronkite örneğini bugünün koşullarında sürdürmeye çalışan iki önemli gazeteci var: Robert Fisk ve John Pilger. Fisk yaklaşık yirmi yıldır Beyrut’ta yaşıyor. Arapça biliyor. Akademik olarak da Ortadoğu uzmanı. Afganistan dahil bölgeyi gazetesi Independent için en iyi şekilde, yani Oryantalist olmayan bir yaklaşımla izleyip aktarıyor. Afganistan’da Amerika birlikleri Kabil’e girerken, o da muhabir olarak oradaydı, başka muhabirler gibi Amerikan tankları ya da zırhlı araçlarıyla girmemişti başkente, ama giysileri nedeniyle yerli olmadığı, Batılı olduğu belli olduğu için bir grup Afganlı tarafından çok fena şekilde dövüldü. Bu olaydan sonra kaleme aldığı yazıda, “Afganlılar haklı, ben de olsaydım bu İngilizi döverdim” mealinde bir yazı yazdı ve Afgan halkının İngiliz egemenliğine karşı duyduğu hınç ve nefreti anladığını itiraf etti.
Pilger ise bağımsız bir gazeteci, solcu, özellikle Timor meselesinde Chomsky ile birlikte müthiş bir gazetecilik yaptı. Sahada iyi muhabirlik ile konuya ilişkin bilgilerini çok iyi birleştirdi.
Bizden aklıma gelen iki isim saymak gerekirse, 60’lı, 70’li yıllarda Ergin Konuksever, ki gözükara bir muhabirdi, özellikle Kıbrıs Harekatı sırasında büyük güçlüklere rağmen mesleğini başarıyla yaptı. Son dönemlerde de  Coşkun Aral, Sipa muhabiri olarak Lübnan ve Afganistan’a çok iyi savaş muhabirliği yaptı. Çoşkun, bir röportajında, “İçim kan ağlaya ağlaya, ama profesyonellik gereği o vurulmuş çocukların, kanlar içindeki insanların fotograflarını çekip yayınlarken, insanlara savaşın vahşetini göstermek istiyordum, onlarda ‘aman bir daha böyle şeyler olmasın’ tepkisini yaratmaya çalıştım” demişti.
Gazeteci Akil Adam olur mu?
Son dönemde bizde “Akil İnsanlar” tartışması var. Bu heyetin, başka örneklerde olduğu gibi, devletle PKK arasında daha iyi bir diyalog zemini oluşturmak için, iki tarafın da güvendiği, tecrübeli, bilgili, sağduyulu bir heyet olması gerekirken, bizde adeta devlet memuru gibi, tek tarafça atanmış ve yapılan açıklamaya göre “halkın algısını sürecin olumlu hale gelmesi için değiştirmeye yönelik” bir misyonla görevlendirildi. Bu heyette yer alan kişiler gerçekten akil midir, bu heyetin böyle bir misyonu olabilir mi gibi siyasî konulara burada şimdi girmiyorum. Benim ilgilendiğim, 63 kişilik heyette yer alan 19 gazeteci!
Geçenlerde Yeni Harman  dergisinden bir arkadaş, “Yavuz Baydar’a göre, akil insan heyetinde yer almak gazetecilikle çelişir. Buraya atananlar gazeteciliğe devam etmek istiyorlarsa derhal istifa etmeleri gerekir. Katılıyor musunuz?” diye bir soru sordu. Ben de cevaben “Yavuz benim eski arkadaşımdır. AKP iktidara geldiğinden beri kendisiyle birçok konuda hemfikir değilim. Ama bu konuda söyledikleri doğrudur, katılıyorum” dedim. Açayım biraz bu konuyu:
Gazeteci, ilke olarak aktör olmaz, olamaz, olmamalıdır. Çünkü gazetecinin görevi, aktörlerin ne yaptıklarını izleyip haberleştirmektir. Gazeteci aktör olursa birçok sorun ortaya çıkar. Önem sırasına göre söylemiyorum. Gazeteci, aktör olunca, haliyle başka gazetecilerde, yani meslektaşlarında olmayan bazı bilgilere ulaşacaktır. Dolayısıyla haksız rekabet yapmış olacaktır. Gazetecinin, aktörü değerlendirmek, yorumlamak gibi görevi varken, kendisi aktör olunca, kendi kendisini değerlendirmek, yorumlamak gibi bir konuma düşer, ki bu durum, bir kişinin hem sanık, aynı zamanda da yargıç olmasına benzer. Gazeteci aktör olduğunda taraf olur, oysa ki gazetecilik, tüm taraflara eşit uzaklıkta olmayı zorunlu kılar.
Bizim Akil İnsanlar heyetine önerilen ve bu misyonu rededen iki gazeteci var: Mehmet Barlas ve Taha Akyol. İkisinin de siyasî görüşlerine hiç katılmam, ama Barlas ve Akyol çok nazik, çok diplomatik bir şekilde bu görevi redetti. “İş yoğunluğu ve sağlık sorunları” nedeniyle dediler. Anlayana çok şey var bu iki mazerette… Sağlık sorunun varsa, iş yoğunluğunuzun olmaması gerekir. Neyse… Bu misyonu kabul edenler, ama cup diye üstüne atlayanlar, Yeni Akit gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ile aynı listede isimlerini görmekten rahatsız olmayanların iş yoğunluğu yok mu acaba?
Akil İnsan heyetinde yer alan gazeteciler, evet, Yavuz’un dediği gibi, Barlas ve Akyol’un yaptığı gibi bu görevden ayrılmalılar. Okur, bundan sonra onların yazdıklarına ne gözle bakacak? Akil Adam olarak mı yazıyor? Yoksa kendisi adına mı konuşuyor? İkisi çelişkili olursa ne olacak?
M. Ali Birand’a saygı
Bitirirken bu gazeteci/aktör ikilimine/çıkmasına güzel bir örnek aktaracağım. Böylelikle, toprağı bol olsun, Mehmet Ali Birand ağabeyimizi de anmış olacağım.
İsmet İmset, Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Daily News gazetesinde çalışan parlak bir muhabir arkadaşımızdı. Dönemin en iyi PKK kitabını yazdı, PKK’nin ve devletin arşivlerinden topladığı bilgi ve belgeleri çok iyi tahlil etti. İsmet, bence iyi bir Kürt uzmanı idi. Ne var ki, gazetecilik etiğine  yakışmayan iki eylemde bulundu. Birincisi, Öcalan’ın Bekaa Vadisi’nde düzenlediği ilk ya da ikinci büyük basın toplantısına muhabir olarak katılmıştı. Yabancı basın mensupları da vardı. İsmet, orada muhabirliğini unutup ya da bir kenara bırakıp Öcalan’a tercümanlık yaptı. Ben de simültane çevirmenlik yaptığım için bu işleri bilirim, gazetecilikle çevirmenlik de çelişen iki ayrı meslek/alandır.
İkincisi… PKK yine o dönemde Bingöl yöresinde üç ya da dört turisti kaçırmıştı. Ordu da turistleri kurtarmak için bölgede operasyon başlatmıştı. PKK operasyonların sona erdirilmesini, aksi takdirde turistlerin hayatının tehlikeye düşebileceğini açıkladı. Bu sırada herhangi bir taraftan bir öneri gelmediği halde –gelse de önemli değil– İsmet, “ordu operasyonlarını üç gün durdursun, ben rehin kaçırılan turistlerin serbest bırakılmasını sağlayabilirim” dedi. İsmet’in bu tutumu gazeteci tutumu değildir. Arabulucu olmayı önermek, aktör haline gelmektir. İsmet’in arabuluculuğu kabul edilmedi, ama neyse ki PKK turistleri bir süre sonra serbest bıraktı.
Aynı günlerde, genç bir muhabir, Mehmet Ali Birand’a
-      Efendim, siz  böyle bir durumda arabuluculuk yapar mısınız? diye sordu.
Birand’ın cevabı:
-      Yok yapmam. Ben arabulucu ile röportaj yapmak isterim.
İşte gazetecilik budur!
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Ragıp Duran
(Bu metin, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türk-Alman Vakfı ile birlikte 10-13 Nisan 2013 tarihlerinde Antalya’da düzenlediği 27. Türk-Alman Gazetecilik Semineri’nde “Savaş ve Şiddet Eğilimi Karşısında Gazetecilik” başlıklı oturumda yapılan konuşmanın bilahare kağıda dökülmüş ve  zenginleştirilmiş versiyonudur.) 
(*) Dün 24 Nisan’dı. Ermeni Soykırımının 98. Yıldönümü. Türk egemen medyasında, Beyaz Saray’dan “Soykırım” sözcüğü çıkacak mı korkusu hakkında birkaç haber vardı. Çok az sayıda köşe yazısı 1915’den söz ediyordu. Resmî ideoloji, hayvan terbiyecisi gibi nasıl da devekuşu haline getirebilmiş bu kadar büyük bir kitleyi, hayret.

  
 
- See more at: http://birdirbir.org/savas-siddet-ve-gazetecilik/#sthash.OrpnQqGA.dpuf

Truman Capote'nin Trajedisi

Hande Öğüt
22 Ekim 2009/KAOSGL

“Capote sinemanın da sevdiği bir karakter oldu. Bunun son iki örneği ‘Infamous’(2006) ve ‘Capote’ydi (2005). Capotelerimiz ise Toby Jones ve bu rolle Oscar alan Philip Seymour Hoffman...” 
“‘Tiffany’de Kahvaltı’nın eşcinsel kahramanı Fred’in bu yönü, romanın ününü gölgede bırakan Blake Edwards imzalı aynı adlı filmde, görünmezden gelinerek yok sayılmıştır.”
 
“İki kez beyazperdeye uyarlanan ‘Soğukkanlılıkla’nın sinema versiyonlarında yazarın Perry’ye duyduğu cinsel ve duygusal çekim göz ardı edilir.”

kendi kamçısıyla kendini kırbaçladı
 
“Yaşamım -en azından bir sanatçı olarak- tıpkı bir vücut ısısı gibi- kaydedilebilir: Yükselme ve düşüşler, son derece kesin evreler.”
 
Çağdaş Amerikan edebiyatının ve Güney geleneğinin en önemli yazarlarından Truman Capote, en sevdiğim kitaplarından biri olan ‘Bukalemunlar İçin Müzik’e bu cümlelerle başlar. Kimseden örnek almadan, esinlenmeden, ansızın 8 yaşında yazmaya başladığında, soylu ve acımasız bir efendiye bir ömürlüğüne zincirlendiğinin farkında değildir. Ama şunu bilir: Tanrı size bir yetenek verdiğinde, yanında bir de kamçı verir; ve bu kamçı yalnızca kendi kendinizi kırbaçlamak içindir. Kamçısını yanından hiç ayırmadan yazar, yazar Truman; gece öyküleri, gündüz öyküleri, gerçeğe yakın romanlar, kurmaca romanlar, kendi kendisiyle yapılmış röportajlar, makaleler... 
Gerçek adı Truman Streckfus Persons olan yazar, 1924’te New Orleans’ta doğar. Annesi tarafından Alabama’daki teyzelerinin himayesine bırakılarak pek çok büyük yazarın alamet-i farikası olan mutsuz bir çocuklukla taltif edilir. 
 
Vodoo ayinlerinden şamanik büyülere dek her türlü inisiasyon törenini yaşar küçük Capote ki, bunların yansımalarını edebiyatında görmemek mümkün değildir. 
 
1933 yılında, yeniden evlenen annesinin yanına New York’a ve okula gönderilir. Uyumsuzluğuyla kendini okuldan attırmayı başarır ve ömrü boyunca içinden çıkmayacağı eğlence hayatına girer. 17 yaşındayken Amerika’nın önemli gazetelerinden The New Yorker’da işe başlar. Birkaç yıla kalmadan gazetenin daimi yazarlarından olacaktır. O’Henry Ödülü alan ve ne denli soğukkanlı bir yazar olduğunun ilk işareti sayılan “Miriam” adlı hikâyesiyle yayıncıların dikkatini çeker. 24 yaşındayken yazdığı ‘Başka Sesler, Başka Odalar’ ile edebiyat çevrelerine düşer bir bomba gibi. ‘Çimen Türküsü’, ‘Gece Ağacı’, ‘Tiffany’de Kahvaltı’nın ardından ‘Soğukkanlılıkla’ adlı romanı ile dünya literatürüne “kült yazar” olarak geçer. 
50’lerde, Brooklyn’de bir apartmanın bodrum katında otururken yazdığı, sonradan tüm eşyalarıyla birlikte kapıcısına, yakması isteğiyle terk ettiği terekeden çıkan, bir kararsızlığın, müphemliğin; hem bulunuş serüveni, hem de kahramanları, kurgusu ve temasıyla bir muammanın romanı olan ‘Yaz Çılgınlığı’ gibi dilimize yine Sel Yayınları tarafından ilk kez kazandırılan ‘Kabul Edilmiş Dualar’, artık muammanın değil, kamçının, hem yazarını hem çevresini kırbaçlamasının nihayetidir. 
“Nedensiz” işlenmiş en vahşi cinayetler olarak tarihe geçen Kansas’taki Clutter Cinayeti’nin, bir ailenin katledilmesinin izini adım adım ve yıllarca sürdüğü tanıklıklar ve gözlemlere dayalı romanı ‘Soğukkanlılıkla’ ile sadece Amerikan toplumunu değil, sistemin kastre ettiği tüm toplumları vicdanıyla hesaplaşmaya davet eden Capote, özenin varoluşu içindeki suçluluğun, suçun toplumsallığını sorgulamaya iter okurunu da kendini de. Dönemin yaramaz çocuğu ve ayrıksı “çiçeği” Capote’nin, bu romanıyla birlikte Yeni Gazetecilik de ortaya çıkar. Bu teknik, ciltler dolusu kurgu olmayan, gazete kupürü tekniklerini birleştiren veya çoğu kez gerçeklerle oynayarak ve yeniden kurarak verilen haber dramasını ve güncelliğini artıran bir üslup olarak pek çok yazarın eserine esin verir. Endüstrileşme yeni bir yazın türü arz eder derken; kalabalıkların sesinin ve toplumsalın her deliğinde bulunabilecek görüntülerin kaydı: Röntgencilik!
Herkes birbirini gözlemlemekte, ötekinin suçu ve hatası üzerinden kendini haklılaştırıp ne denli iyi ve saf olduğunu gerekçelendirmektedir. Müthiş bir gözaltıdır mahrem hayatlara yöneltilen binlerce gözün seyri... İşte böyle bir dönemin eseridir ‘Soğukkanlılıkla’. 
1950’lerin sonunda yazdığı yazıların yaratıcılık anlamında en ilgincinin, önce New Yorker’da bir dizi makale halinde daha sonra ‘Esin Perileri Duyuldu’ adıyla kitap olarak yayımlanan çalışması olduğunu söyler Capote. Kısa komik “gerçeğe dayalı” bir roman biçiminde tasarlanan bu serüven; ABD ile SSCB arasındaki ilk kültürel alışverişle, 1955’te Siyah Amerikalılar adlı grubun, Porgy ile Bess ile Rusya’ya yaptığı turneyle ilgilidir. Pek duyulup başarı kazanmasa da kitap Capote’nin indinde çok önemlidir: “Yazarken her zaman en büyük yaratma sorunum olan şeye bir çözüm bulabileceğimi fark ettim.”
Bir haber romanı yazmaktır yeni ereği. Onu böyle bir şeye iten, düzyazı alanında 1920’lerde o yana yeni hiçbir çalışmanın yapılmadığına inanması ve gazeteciliğin bir sanat olarak bakir bir alan oluşunu düşünmesidir. Gerçeğin güvenilirliğine, düzyazının derinlik ve özgürlüğüne ve şiirin kesinliğine sahip olması arzulanan yeni romanı, Norman Mailer tarafından bir imgelem kaybı olarak nitelense de ‘Soğukkanlılıkla’ büyük başarıya ulaşır; üçüncü evre de tamamlanmıştır böylelikle. Dördüncü evreye geçmeden önce dört yıl okuyup eleyerek, mektuplarını, güncelerini, notlarını tarayarak geçirir. Malzemenin büyük kısmını epeydir yazmayı düşündüğü romanda kullanmaya kararlıdır: Gerçeğe dayalı, kurmaca olmayan roman üzerine bir deneme. Azize Therese’nin “Kabul edilen dualar için, geri çevrilenlerden çok daha fazla gözyaşı dökülür” sözünden hareketle kitaba ‘Kabul Edilmiş Dualar’ adını verir. Sıra gözetmeksizin yazdığı roman, “roman a clef” yani gerçeklerin kurmaca maskesi ardına gizlendiği bir tür değil; tersine, maskelerin indirildiği bir roman olacaktır. Anasız babasız bir piç olan P.B. Jones’un yetimhaneden kaçtıktan sonra fahişelik, masörlük, yazarlık üçgeni arasındaki “şeytani” ve “şehevi” hayatının aktarıldığı bu romanın bir yanıyla da ahlâksız, “rezil” bir kahramanın başıboş avarelik yaşamında başına gelen olayları gevşek ve fütursuz bir üslupla anlattığı “pikaresk roman”a yakın durduğunu söyleyebilirim. 
‘Soğukkanlılıkla’nın ardından baş gösteren suskunluğu bozduğu, acı çeken vicdanını aklamaya çalıştığı ve gerçeğin gösteri içinde belirdiğini, yaşadığı sosyetik cemaatin tam içindeki gösterinin iğrençliğine uyandığı ân, kırbacını şaklatmaya başlar Capote. Görünmezi göstermek değil, görünürün görünmezliğinin ne kadar görünmez olduğunu göstermektir yaptığı. 
 
Onu her an toplumdışı bırakmakla tehdit eden bir suçun, bastırılmış gey oluşun yükü altında, benlik kaygısına kapılan bir narsisistik özne olarak Capote, hazlarını kullanırken kendisine kayıtsız şartsız keyfalmasını buyuran bilinçdışı süperegonun buyruğunu izler. Ait olduğu cemaatin “günahlarını” ifşa ettiği romanını bitiremeden aforoz edilse de, içinde yuvalanan riyayı dışa vurabilmenin ferahlığını yaşar acıyla birlikte. Bir çocukken bekaretini kaybeden, 15 yaşında Katolik rahibelerden nefret ederek yetimhaneden kaçtıktan sonra fahişelik ve masörlük yapan, yazar olmaya hevesli P.B. Jones’un başından geçenler çerçevesinde bir gerçek hayat anlatısıdır ‘Kabul Edilmiş Dualar’. Anlatıcı (yazar) ile kahramanın (yazarın kopyası, alter egosu) karşı karşıya geldiği bu süreçte, kahramanın kötü doğası, yazarın, toplumun ve toplumsal hafızanın karanlık doğasına işaret eder. Eve Kosofsky Sedwick’in formüle ettiği gibi bu kopya kavramınca insan, kendi içindeki kötülüğün karanlığıyla birleşir, hatta kendisini harekete geçiren bireysel kötülüğü yok eder. 
Yazar, röntgenci, ifşaatçı ve istenmeyen adam olarak Capote daima içindedir bu “gonzo”nun (yönetmenin veya kameramanın da kurgunun içinde olduğu, cinsel organlara “zoom” yapan bir porno türü). Temsil ettiği dışında sunacak bir şeyi olmayan bir çıplaklık olarak kendini konumlandırdığı yerden gözde müşterilerine Arap oğlanları ve “lassie”leri, on dört-on beş yaşında Çingene çocukları, Portorikoluları sunan genelevleri, taşaklı kadınları, aşksız cinselliği, heykelimsi güzellik algısını, kadınlar gibi hayvanların da cinselleştirilişini, yayıncılık endüstrisinden New York sosyetesine, Paris’teki en saygın genelevlerden Tanca'nın pespaye barlarına, La Cote Basque'daki mükellef sofralardan edebiyat aristokrat ve seks sektörünün teknokratlarına dek perde ardındaki yaşamı küstahça hicveder.
 
İçlerinde Colette, Samuel Beckett, Raymond Chandler, Jane Bowles, Simone de Beauvoir, Sartre gibi yazarlardan da bulunduğu bir çevrenin özel yaşamlarındaki en gizli sırlardan cinsel yönelimlerine, cinselliği nasıl yaşadıklarından sado-mazo pratiklere dek edebiyat entelijansiyasının sodomist yönünü acımasızca, son derece seksist ve müstehcen bir dille anlatarak, gencecik güzel bir “oğlan” iken acımasız bir “müsibet”e dönüşmesinin de öcünü alır adeta. 
 
“Lazımlıkları dilimle temizlemek”, “bir alay sevici karı”, “damızlık işi”, “dikilmiş yarakların ve kıllı yarıkların poster resimleriyle sıvanmış o boktan dükkânlar”, “yumurtalarını çırpmak”, “taşaklı”, “yarık yalayıcı kaltak”, “orospu çocuğu”, Tele-Sik ve Tele-Am servislerinin baş rahibesi”, “kalkık sik” gibi cinsiyet körü ve argo benzetme, sıfat ve sözcüklerle işlenen, Jones üzerinden yazarının bizzat yaşadıklarını yer yer grotesk taklitlere başvurarak aktardığı ve ilk olarak son bölümü yazılan bu roman böylece o noktada kalır. Geriye dönüp baktığında anlar ki yazarlık gücünün yalnızca yarısını kullanmıştır. Çünkü çözülememesi durumunda yazmanın tümüyle bırakılmasını gerektirecek bir sorun vardır: “Bir yazar, yazının diğer formlarına ilişkin bildiği şeyleri, tek bir türde, -diyelim ki kısa öyküde- nasıl başarıyla birleştirebilirdi? Bir yazar elindeki tüm melekeleri, aynı palet üzerinde karıştırabilmeli ve uygun anlarda, eşzamanlı uygulamalarla kullanabilmeliydi.” Ve sonunda kendini merkeze yerleştirerek sıradan insanlarla yapılmış basmakalıp konuşmaları yeniden inşa eder ve bir üslup geliştirir. Sonra da bu tekniğin daha gelişmiş bir biçimini kullanarak kısa, gerçeğe dayalı bir roman (El Oyması Tabutlar) ve birkaç kısa öykü yazar: 

Bukalemunlar İçin Müzik’ böyle doğar. Oysa Capote bu çalışmasında kendi kendini taklit eder. Bir bukalemun gibi renk değiştirdiği sanısı bir yanılgıdan öte gidemez. Yeni olanın her yerden fışkırdığı dünyada, insan biraz da bilinçdışı kaynaklara yönelme cesareti göstermelidir. Sömürücü güce hakim gerçek tanrılarla dövüşmek hiç kolay değildir. Hele ki Capote gibi narsisist bir kişilik için... 
Sosyete ve sanat camiasına yakın duran, Elizabeth Taylor'dan Marilyn Monroe'ya dek pek çok ünlüyle ahbap olan Capote, yıllar önce genç erkeklerle birlikte olmaya giderken kendisini otel odasında kilitli bırakan annesinin sevgisini bekleyen bir çocuk olarak kalır hep.
Bir sınır yazarı olan Capote’nin kahramanları da bir türlü yetişkinliğe erişememiş, “erişkinlik” törenlerinde kalakalmıştır sıklıkla; her tür baştan çıkarıcı etkinin söz konusu olduğu bu törensel atmosferde, kimliksizleşmek isterler ama toplumsal rol ve görevler maske olup yapışmıştır benliklerine. Hep bir müphemlik, ikiaradalık muradı yedekte tutulur. Roman ve öykülerinin handiyse tüm kahramanları “queer”dir, Capote’nin. Queer ihlalcidir, eşcinsel ya da heteroseksüel olsun norma ve normalliğe karşıdır. Giyimi, tavırları ve skandallarıyla alışılageldik cinsel rol ve kimlikleri sarsar; sürekli bir oluş hali içinde, ütopik bir negatifliği ve imkânsızın cinsel politikasını arar. İhlalin, karnavalın, parodinin içinden davranır. 
 
Çevresinde hep tekinsiz olarak algılanan bir çocuk, ergen ve nihayet bir “gey” olarak Capote, elinden gelse babasını öldürecek denli ondan nefret eder, hatta “babanın yasasını” cinsel kimliğiyle de ihlal ederek öfkeye dair anılarını eserlerindeki ritüel betimlemelerine masseder. Ritüellerdeki kimi imgeler, türün içindeki yabancıyı dışarı atma, bedenine uydurulmuş özellikleri soyutlama, onları şeytani şeyler olarak gösterme çabasının ürünüdür. Baba, Capote’nin içindeki düşmandır adeta; ondan soyutlanmak, o iblisin genlerinden kurtulmak ister. Öyle ki ‘El Oyması Tabutlar’da, kimliği belirsiz seri katile, bir isim verme gereği hisseder Capote soruşturmalar sırasında: “Noel Baba!” 
Capote kendisi ile yaptığı röportajlardan birinde, “Bir dileğinin yerine geleceğini bilseydin ne dilerdin?” sorusuna şu cevabı verir:
 
“Bir sabah uyanmak ve nihayet büyüdüğümü, gücenikliklerden, kindar düşüncelerden ve diğer yararsız, çocukça duygulardan arındığımı görmek isterdim. Bir başka deyişle kendimi bir yetişkin olarak bulmak isterdim.”
 
Yetişkin topluma geçişte “kendilik imgesi”ni bir türlü seçemeyip geçmişe bağımlı yaşayan bu “çocuk” ve kahramanları, çaresizlik içinde “bir döneme” takılıp kalmıştır. Ve o ân içlerinde bulundukları bu geçirgen durumu muhafaza etmeye çalışırlar. “Penceredeki Lamba” adlı öyküdeki Bayan Kelly’nin, dondurulmuş kedileri gibidirler; bozulmaya karşı çocukça oyunlarla silahlanırlar ki ritüeller de bu amaca hizmet eder.   
Bir eşcinsel olmasına rağmen, maskelerini tümüyle atamayan, özellikle de ‘Soğukkanlılıkla’yı yazış aşamasında bir “erkek” gibi davranmak zorunda kalan Capote, hermafroditlerin, tam ve gerçek insan olacağını düşünür içten içe sanki, Virginia Woolf gibi... Nihayetinde Capote, penise sahip bir “kadın”dır. İki cins birden olma itkisi, erkeğin ve kadının bilinçsizce, kendi cinsini karşı cinse eklemeye ya da kendi cinsini karşı cinsle tamamlamaya çalıştığı bir süreci betimler. Bu itki ne kadar bilinçdışı olursa, kişinin kendine verdiği zarar da o denli artar. Cinsel yönelimini, çevresinde yüreklice vitrine çıkaran Capote, oysa yapıtlarında (‘Başka Sesler, Başka Odalar’ haricinde) bunu asla bilinç yüzeyine çıkarmamış, eşcinsel kimliği dahil, her tür cinselliğini de yazısından uzak tutmuştur. 
1948’de yazdığı ‘Başka Sesler, Başka Odalar’, salt edebi yetkinliğinden dolayı değil, eşcinsel öğeleri barındırması hasebiyle de oldukça ses getirir. Ancak toplumun çoğu tarafından “kötü çocuk” ilan edilir. O bebek yüzlü, masum çocuk, böyle “kötü” şeyler yapmamalıdır. Hoş bundan dolayıdır ki ‘Tiffany’de Kahvaltı’nın eşcinsel kahramanı Fred’in bu yönü, romanın ününü gölgede bırakan Blake Edwards imzalı aynı adlı filmde, görünmezden gelinerek yok sayılmıştır. Aynı şekilde iki kez beyazperdeye uyarlanan ‘Soğukkanlılıkla’nın sinema versiyonlarında da, yazarın Perry’ye duyduğu cinsel ve duygusal çekim göz ardı edilir. Nitekim eşcinsellerin o dönemdeki encamları ve konumları, tıpkı zencilerde olduğu gibi politik alana dek uzanan huzursuzluğun nedenidir. Geyler, eğlence, moda gibi sektörlere hareket ve yeni bir soluk getirmelerine rağmen patriyarkal otoriteye yönelmiş birer tehdittirler. Toplumsal cinsiyet sınırlarını alt üst eden, dini akitleri sarsan günahkâr, ahlâksız, aile hayatını bozan, yoz bir hayvanî tehdit... Evet tehdittir çünkü eşcinsellik, babanın yasasını reddeder; iyinin kendisine tabi kılındığı yasayı... 
Judith Butler, ilksel ve kurucu men etmeyi eşcinselliğe bağlar: Öznenin sosyo-simgesel düzene ait alana girmesi ve onun bünyesinde bir kimlik kazanması için, aynılık’a (aynı cinsten olan ebeveyne) beslenen tutkulu bağlılığın menedilişini kurban olarak vermesi gerekir. Bu da özne için kurucu bir niteliği olan ve de beraberinde öznelliği tanımlayan düşünümsel dönüşü getiren melankoliyi yaratır: Kişi, ilksel bağlılığını bastırarak –aynı cinsiyetten olan ebeveynini sevmekten nefret etmeye başlar; daha sonra bu sevmekten nefret etme düşünümsel bir tersyüz etme jestiyle nefret etmeyi sevmeye dönüşür. Kendisine o ilksel olarak yitirmiş olduğu aşk nesnelerini hatırlatan her şeyden (eşcinsellerden) nefret etmeyi sevmeye başlar. 
 
Bu minvalde aynı cinse yönelik tutkulu bağlılık, yalnızca bastırılmış bir şey olarak değil, pozitif anlamda hiçbir zaman varolmamış, zira daha en baştan sahnenin dışında bırakılmış bir şey olarak koyutlanır. Yine Butler’ın tezine göre, en hakiki eşcinsel erkek, hiçbir zaman sevmemiş ve yasını tutmamış olduğu erkeğe dönüşür, onu hareketleriyle taklit eder, anar, onun konumunu temellük eder ve benimser. Capote soyadını üvey babasından alan yazar, asla yakından tanıyamadığı öz babasının rol modelini, kimi hikâyelerinde sembolize eder. Ama gerçek anlamda baba yoktur ve Capote’ye arzusunun modelini veremez. Bu nedenle de babayı dönüşmekten korktuğu şey olarak imgeler. 
 
Her zaman yalnız ve sevgiye muhtaçtır. 1979’da Interview dergisinde “Capote ile Söyleşiler” adı altında kendi kendine sorular sorup yanıtladığı köşesindeki röportajlarından birinden, onu en çok korkutanın terk edilmeler olduğunu öğreniriz. Bunca kalabalık bir cemaatin içinde, kendini beğenmiş, nüktedan bir alkolik, ama çok da başarılı bir yazar olan Capote’nin nihilist yanı hiçbir şey olmamayı dikte edip durur kendisine. 
İyi yazmakla kötü yazmak arasındaki farkı keşfettiğinde, daha sonra da iyi yazmakla gerçek sanat arasındaki o ürkütücü keşifte bulunduğunda eğlenceli olmaktan çıkar yazmak ve o an itibariyle kamçı iner!

Hunter S. Thompson ve Gonzo Gazeteciliği

Gonzo gazeteciliği, Hunter S. Thompson'la özdeşleşmiş olan bir gazetecilik türü, bir makale üslûbudur. İlk kez 1970 yılında ABD'de ortaya çıkan bu gazetecilik türünde objektif olma iddiası yoktur, aksine alabildiğine subjektif bir anlatım kullanılır. Çoğu politik olan bu makalelerde alışılageldik süslü yazı üslûbu ve klişe gazetecilik cümleleri yerine, okuyucuya daha içten, eğlenceli ve dürüst gelen, tasvire dayalı abartılı ayrıntılar, alaycı göndermeler, ironi, laf sokmalar, giydirmeler, hattâ kaba ve giderek küfürlü bir dil vardır. Yer yer gerçekle kurgu iç içe geçmiştir. Böylece iletilmesi amaçlanan vurucu mesajı okuyucunun daha etkili bir biçimde alacağı varsayılır. Gonzo gazeteciliğinde muhabirler kendilerini olaylara o kadar fazla dahil ederler ki, sonunda bizzat kendileri de hikâyelerinin merkezindeki kişi oluverirler.



Hunter S. Thompson'un gazetecilik hikayesi "Gonzo: The Life and Work of Dr. Hunter S. Thompson" adlı filme konu olmuştur. 

http://www.sinemalar.com/film/39244/gonzo-the-life-and-work-of-dr-hunter-s-thompson

Sahi neydi röportaj?

Şimdilerde soru-cevap konuşmaya röportaj deniliyor. Oysa bunun adı söyleşi. Röportaj ise edebiyatla gazeteciliğin harmanlandığı bir yazı türü. Peki, günümüzde neden röportajlar yok? Son günlerde bu sorunun sık sık dillendirildiğini görünce, Yaşar Kemal ile röportaj üzerine yaptığım tez görüşmesi aklıma geldi. Röportaj hakkında anlattıkları tez dosyasında kalsın istemedim. İznini alarak paylaşayım dedim

Röportaj: Damla Kayayerli 
03.03.2013-Sabah Gazetesi 


Bir cumartesi günü yola koyuluyorum. İstanbul Boğazı'na nazır bir binanın önündeyim. Uzadıkça uzayan bir merdiven selamlıyor beni. Heyecanlıyım, Yaşar Kemal ile aynı havayı teneffüs etmenin heyecanı bu. İkinci kata çıkıyorum, resimler giriş duvarını süslüyor; doğa resimleri bunlar. Tam Yaşar Kemallik! Kapıyı çalıyorum, açılıyor; Ayşe Hanım (Yaşar Kemal'in eşi) odaya buyur ediyor, giriyorum. Yaşar Kemal masasına kurulmuş, elinde kurşun kalemi bir şeyler karalıyor. "Hoş geldin!" "Hoş bulduk Yaşar Bey!" der demez elini uzatıyor. Öpmek istiyorum, çünkü cümleleriyle üzerimde emeği olduğunu düşünüyorum. Ama o öptürmüyor. Hep merak ederdim çalışma masasını. Bu yüzden gözüm masaya kayıyor. Masanın üstünde o kadar çok kurşun kalem var ki, 86 yıllık yaşamında yazdığı kitaplar kadar. Romanlarını burada yazıyormuş. Kütüphanesi de hemen arkasında; yüzlerce kitap sıra sıra dizilmiş. Aklıma anılarını yazdığı kitapta okuduğum, çocukluğunda çalıştığı kütüphane geliyor; 3 bin 500 kitaplı kütüphane! Geceli gündüzlü okurmuş büyük yazar... Yaşar Kemal masa tarafından koltuğa doğru geçiyor. Ben de yanı başındaki koltuğa siniyorum. Röportaj kitaplarını başucu kitabı yaptığım efsane yazar Yaşar Kemal ile karşı karşıyayım işte. Düşündüğüm gibi değil Yaşar Kemal. Sert mizaçlı sanırdım. Oysa sevecen mi sevecen, hoşsohbet ve babacan... Heyecanımı anlamış olacak ki, rahatlatmaya çalışıyor beni. Kısa bir sohbetin ardından kayıt cihazını açıyorum. Ama Yaşar Kemal "Gazetecilik yaparken yazarak çalıştım hep, her şey ezberimdeydi, sen de öyle yap," diyor. Röportaj yazarlığı açısından ilk dersimi alıyorum. Söyleşi esnasında gözüm, iki de bir duvardaki resimlere kayıyor. Yaşar Kemal de fark ediyor. "Bak şu Abidin Dino'nun resmi... Şu mavi renkli gemi resmini de ben yaptım!" "Ne güzel bir mavi gemi," diyorum. 

GAZETECİLİĞE İLK ADIM: Bir anıdan diğerine geçiyoruz, sohbet sohbeti açıyor; ama geliş amacım röportaj yazarlığı... Yaşar Kemal 12 yıl boyunca yaptığı röportajları anlatırken hâlâ o günleri yaşıyor: "Röportaj bir sanat, bir edebiyat türü, bir yaratma eylemidir. En az romanlarım kadar röportajlarıma emek verdim. Hatta romandan daha çok önem verdim; çünkü yeni bir şey yapıyordum ben. Avrupa bile konuşmadı bunu. Ben röportaj yaptıktan sonra Fransa'da 'Yaşar Kemal röportajı yeniden yarattı,' diyorlardı. Kitaplardakinden daha çok röportaj yazım var, ama ben de bilmiyorum neredeler." Diyarbakır'da röportajlarını yapıp mektupla gazeteye gönderirmiş. Yazıları yayımlandıktan sonra epey tanınır olmuş İstanbul'da. Aydınlar röportajlarından çok etkilenmiş. Anadolu'dan kopuk İstanbul'u, Anadolu gerçeğiyle tanıştırmış. 

RÖPORTAJIN: ÖNEMİ: Yaşar Kemal'in röportaj için söylediği bir söz aklıma geliyor: "Ben Vietnam Savaşı'nı ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem, televizyon filmlerinden de öğrenmedim, ancak Vietnam Savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim." Bu sözü hatırlatıyorum. Üstat "Bize insan yaşamının ve doğanın gerçeğini en güzel veren bir daldır röportaj," diyerek röportajın önemine değiniyor. "Günümüzde artık röportajlar yok," diyorum. "Eskiden olduğu gibi çalışmıyor gazeteciler, okumuyorlar da... Şimdi röportaj adında söyleşiler var; o ayrı şey, röportaj ayrı," diye hayıflanıyor. Söyleşilere röportaj denmesine o da kızgın! 

GERÇEKLİKTEN ASLA AYRILMADIM: Röportajı bir edebiyat türü olarak görüyor Yaşar Kemal. Ama röportaj yazılarında en çok dikkat edilmesi gereken konunun da gerçeklik olduğunu anlatıyor: "Röportaj yazarı hiç yalan söylemeyecek! Gazeteden biri, bir Halep röportajım için 'Bir şeyler yap, bu yazı uzasın,' dedi. Ben de karşı çıktım. 'Ama seni kovarlar,' dedi. Ben de 'Hemen çıkayım,' dedim. Röportaj gerçek olandan ayrılmamalı ve gözleme dayanmalı... Gürüldeyen bir ateşe, 'A ne güzel!' diyemezsin. Onu tasvir etmek, betimlemek gerekir. O doğadan, o destanlardan, âşıklıktan gelen birikimle olan bir şey." 

RÖPORTAJLARIMA ROMANLARIM KADAR ÇALIŞTIM: Yaşar Kemal'e, 1951'de yayımlanan ve hâlâ referans olarak gösterilen, kaçakçıların yaşamını anlatan röportajını soruyorum. Kemal: "Orman!" diyor, "Orman!" ve bir röportaj yazarının konusunun üzerinde itinayla çalışması gerektiğini vurguluyor. "Röportaj için ön hazırlık önemli yani," diyorum. "Hiçbir zaman hazırlığımı yapmadan röportajlarımı yapmadım," diyor: "Kaçakçılar röportajımda bir kaçakçı gibi onlarla birlikte yaşadım. Ama hayatımda yazdığım en iyi röportajım Yanan Ormanlarda Elli Gün. O röportajı yazmak için İstanbul Üniversitesi'ndeki Orman Fakültesi'ne gittim; aylarca adam gibi çalıştım; ne kadar kitap varsa okudum. Müthiş bir orman kültürüm var. Bunu röportaj için yaptım ben." Yaşar Kemal için röportaj yazarı, aynı zamanda yaşama karşı sorumluluk hisseden kişi olmalı. Kendisi de röportajlarını kaleme alırken bu sorumluluğu hissetmiş. Bildiği ve yaşadığı konuları kaleme almış. Bilmediklerini yaşayarak öğrenmiş. Anlıyorum ki bir röportaj yazısı için yoğun emek gerek! Vakit ayırmadan, çalışmadan ve çalakalem yazılacak bir şey değil röportaj! 

GAZETECİ ISRARLI OLMALI: Yaşar Kemal'in ses getiren ve onu dünyaya tanıtan röportajları yapması, yani gazeteciliğe başlaması hiç kolay olmamış. Ustanın gazetecilik serüveni 1951'de başlıyor. Cumhuriyet gazetesine Nadir Nadi'yi görmeye gittiğinde kapı görevlisinin üç defa kendisini geri çevirdiğini hatırlatıyorum. "Ne üç defası," diye başlıyor anlatmaya: "Bir ay geri çevirdi beni. Her gidişimde 'Nadir Nadi yok!' deyip durdu. Sonunda 'Kardeşim, Nadir Nadi hiç gelmeyecek!' dedi. Elbise yok, para yok, kalacak yer yok! Kapı görevlisi kılık kıyafetimi beğenmemiş! O zamanlar Gülhane Parkı'nda yatıyordum." "Orada bir yeriniz varmış." "Evet, son paramı olta almaya harcamıştım, balık tutuyordum sahilde." Tuttuğu o balıklarla karnını doyurduğunu okumuştum, içimden 'Boğaz ne kadar bereketliymiş bir zamanlar,' diye geçiriyorum. Daldığımı anlıyor usta, "Çayını da içmedin, soğuyor," diyor. Bir an panikliyorum. "Yani gazeteci ısrarcı olacak, pes etmeyecek," diyorum. Usta da Nadir Nadi'ye ulaşmak için ne kadar ısrarcı olduğunu anlatarak "Evet," demeye getiriyor. Çünkü o, sonrasında Nadir Nadi'ye telefonla ulaşmayı denemiş defalarca en sonunda başarmış. Sonra da gazetede buluşmuşlar. Nadir Nadi'yle el sıkışmışlar. Sonrası malum; Diyarbakır'a gidip röportajlarını yazmaya başlıyor... "İlk röportaj..." diyorum. Sözümü kesiyor üstat. "Nadir Bey, 'Galatasaray'dan sınıf arkadaşım var Diyarbakır'da. Onu bulursan, sana yardım eder,' dedi. Benim hiç umurumda değil! Ben düşünüyorum. Bir röportaj ne demektir? Röportaj benim için sanattır." İlk röportajı için Diyarbakır'a gitmeden Ankara'da iniyor Yaşar Kemal. Bir anekdotu anlatıyor: "İlya Ehrenburg, Amerika'ya dünyaca ünlü bir gazeteye röportajlar yazmak için gidiyor. O devirde Amerika'da yazacak hiçbir şey yok! Ama afişler var. İlya, 'Amerika'nın her şeyi afişlerin içinde,' demiş, yazmaya başlamış. Büyük olay olmuş. Arif Dino 'Gazetecilik yaparsan bunu yap oğlum!' dedi bana." 

SEDAT SİMAVİ VE ABDİ İPEKÇİ'Yİ REDDETTİM: Yaşar Kemal'in röportaj yazarlığı dilden dile yayılırken, gazetelerin 'Bizle çalış,' tekliflerininde ardı arkası kesilmiyormuş. O kadar önemliymiş yani... Gazeteler ustayı transfer etmek için ellerinden geleni yapmış. Yaşar Kemal, teklifleri nasıl geri çevirdiğini anlatıyor: "Hürriyet'e yemeğe çağrıldık. Hikmet Ağabey (Feridun Es) Sedat Simavi'ye beni tanıştırınca Sedat Simavi 'Röportajı sen yarattın bu memlekette, röportajı Türkiye'ye sen getirdin,' dedi. Birden bire 'Sen ne kadar maaş alıyorsun?' diye sordu. 'Niye soruyorsunuz?' dedim. Başyazarını çağırtıp ona sordu: 'Sen ne kadar alıyorsun?' O da '350 lira alıyorum,' dedi. Sonra bana tekrar sordu: 'Peki, sen ne alıyorsun?'. '90 lira alıyorum,' dedim. 'Bak, oğlum Milliyet gazetesi çıktı. Orada bir karikatürist 1000 lira alıyor. İlk defa Babıali'de 1000 lira alan bir adam var. Gel benim gazeteme. Sana ayda 1000 lira! 2 bin lira da olur,' dedi. Düşündüm, durdum ve 'Ben kabul edemeyeceğim,' dedim. 'Niye kabul edemeyeceksin?' dedi. 'Edemeyeceğim efendim,' dedim. 'Çünkü bana şöhreti Cumhuriyet gazetesi verdi. Ben size daha tanınmadan önce gelmiştim. Siz 'Sadece ünlü gazetecileri alırım, şöhret olmayan adamı alamam,' dediniz. Daha sonra çok yakın arkadaşım Abdi İpekçi de teklif etti. Yine de Cumhuriyet'ten gitmedim." 

AYRILIŞ: Heyecanlıydım, ilk geldiğimde ama şimdi çok mutluyum. Bir şeyler öğrenmenin ve hem de bunu Yaşar Kemal'den öğrenmenin mutluluğu. Teşekkür ediyorum, iznini istiyorum. Yaşar Kemal, "Dur! Nereye? Sana kitap vereceğim," diyor. Kitaplarını, romanını yazdığı masada imzalıyor. Elimden tutup kapıya kadar uğurluyor beni. Dış kapının önünde duvarda asılı bir fotoğrafı gösterip uzun uzun bakıyor. "Bak! İşte bu benim baba ocağının olduğu yer." Gözleri dolu dolu, hüzünleniyor. Üstadın yanından ayrılırken düşünüyorum. Sahi neden röportaj unutuldu? İhtiyacımız olmadığından mı? Oysa öylesine var ki! Ez cümle, röportaj sadece ne kitaplarda kalmalı ne de tez konusu olmalı, gazetelerde de kendine yer bulmalı. Çünkü insan yaşamına dokunmanın bir güzelliği o. 

OKUMA MESELESİ"Röportaj yapmaya çalışan bir gazeteciye ne önerirsiniz?" "Dinle, bak! Okumak meselesi, anladın mı? Çırak olmadan romancı olamazsın. Benim ustalarım Stendhal, Tolstoy... Onları okumadan bir roman yazmadım şimdiye kadar. Bu yaşta bile çok severek okuyorum ikisini..."