Ragıp Duran
25.04.2013
Express Dergisi
Merhaba,
Bizde gazeteciler, günlük yoğun koşuşturma telaşı içinde meslektaşlarıyla bir araya gelip meslekî konuları ve uzmanlık alanlarını konuşmaya pek zaman ve mekân bulamıyor. Eskiden —eskiden dediğim, galiba yirmi yıl oldu— hepimiz Cağaloğlu’nda iken, Cemiyet’in lokali vardı, işten çıkınca, çalıştığımız gazetelerin rengine ve cinsine aldırmadan, bir araya gelir, bir şeyler yer, içerdik. Hoş sohbetler olurdu orada. Hatırlıyorum, İslam Çupi, barın taburesine adeta tünemiş, bir şeyler anlatırdı. Pazartesileri Cemal Süreya’ların grubu gelirdi. Barmen Hıdır hepimizin cemaziyelevvelini bilirdi, ama kimseye bir şey söylemez, bir rivayete göre, bütün bildiklerini akşam eve gittiğinde akvaryumdaki balıklarına anlatırmış. Türkiye’nin bir döneminin gerçek basın tarihini bir gün Hıdır’ın balıkları yazacak!
Şimdiyse o kocaman cam-metalik işyerlerinde, aynı grupta çalışan gazeteciler bile birbirini tanımıyor. Bu nedenle bu toplantıyı düzenleyen Konrad Adenauer Vakfı’na, Gazeteciler Cemiyeti’ne ve Türk-Alman Vakfı’na teşekkür ediyorum. Üç gün boyunca böylesi güzel, sakin bir mekânda bizi bir araya getirip önemli konuları tartışmamıza zemin hazırladığı için organizatörlere çok teşekkürler…
İlke olarak barış mesleği
Gazetecilik mesleği, ilke olarak/doğal olarak –par définition, par excellence– barış mesleğidir. Gazetecilik, fikir ile, akıl ile, yazı ile, çizi ile, ses ve görüntü ile yapılır. Bunlar hep barış ortamının araçlarıdır. Fikrin hür olabilmesi için sükûnet ortamı gerekir. Yazmak, çizmek, seslenmek ya da görüntüyle bir şey anlatmak için de barış gerek. “Sözün bittiği yer” diye bir deyim vardır ya, oradan sonra şiddet başlar. Dolayısıyla sözle şiddet arasında bir çelişki var. Şiddetin en kitlesel, en yaygın ve herhalde en vahşi versiyonu olan savaş ortamında, gazetecilik susmak zorunda kalır. Savaş şiddetin başladığı, sözün bittiği yerdir. Savaş zamanında, topların, tankların, bombardıman uçaklarının sesi, bizim mikrofonların sesi bastırır, askerî bildiriler bizim haberleri/yazıları karartır, o ateş ve duman görüntüsü televizyon kameralarının gerçeği görmesini engeller. Savaş zamanında, gazeteci, ancak askerin izin verdiği yere gidip haber yapabilir. Savaşta, belki de insanlardan önce, gerçekler ölür. Çünkü güçlü olanın gerçeği, bir dönem için, herkesin gerçeği, yani hakiki gerçek olarak sahneye çıkar. Gazetecilik, biraz da gerçeğe ulaşma/gerçeği arama mesleği olduğu için, savaş zamanı da gerçekler öldürüldüğü için, savaş zamanı gazetecilik çok zor, neredeyse imkânsızdır. Neredeyse dedim, çünkü her şeye rağmen, en kötü, en zor koşullarda da olsa, gazeteciler, halkın bilgi ve habere özgürce ulaşma hakkına kavuşabilmesi için, ellerinden geleni yaparlar.
Gazeteci, işte tüm nedenlerden dolayı, ilke olarak, meslek olarak barışçıdır, barışçı olmak zorundadır. Gazetecinin, birey olarak siyasî, ideolojik tercihleri olabilir, vardır da zaten. Ama gazeteci, mesleğini doğru dürüst yapabilmek için, hava gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu barış ortamı olmazsa, gazetecilikten uzaklaşır, egemenlerin, savaşan taraflardan birinin aracı/sözcüsü haline gelebilir.
Embedded gazeteciliğin iflası
Bugünkü konumuzla ilgili olarak burada kısaca “Embedded Gazetecilik” konusuna da değinmek isterim. Niyazi Abi (Dalyancı) de söz etti. Türkçede bu deyim “İliştirilmiş” olarak geçiyor. Bence hafif, hatta yanlış. Çünkü “Embedded” sözcüğünün hem etimolojisine baktığımızda, hem de “Embedded Gazetecilik”in uygulamasına baktığımızda, iliştirilmiş, sanki böyle teğellenmiş gibi hafif bir bağlantı çağrıştırıyor. Halbuki “Embedded” sözcüğünün buradaki karşılığı “Gömülmüş” olmalı. Mesela Fransızca karşılığı “Encastré”dir. Türkçede de kullanılır, “Ankastre dolap” denir mesela, duvarın içine gömülü dolaplar için… Ben uygulama hakkında bilgi sahibi olduktan sonra “Embedded” sözcüğünü açıklamak için “Askerî Yatılı Gazeteci” deyimini önerdim. Çünkü bu gazeteciler, sahaya çıkmadan önce, askerî kamplarda eğitim alıyor, askerlerle yatıp kalkıyor ve ordunun belirli bir disiplini altına giriyor. Neyse ki hem akademik hem de meslekî alanda “Embedded” gazetecilik iflas etti, kimse artık pek savunamıyor.
Embedded gazetecilik, akredite gazetecilikten çok farklı bir uygulama. Bir kere haber kaynağı ile gazetecinin mesafe bırakmasına izin vermiyor embedded sistemi. Gazeteci de haber kaynağının neredeyse bir parçası haline geliyor embedded’de. Artı, embedded olmak için “Ground Rules” (Sahanın Kuralları) başlıklı bir dizi ilkeyi kabul edeceksiniz. Bu kurallar arasında, sizi “istihdam eden ordu” aleyhine haber yapmamak, bazı haberleri medyanıza iletmeden önce komutanın onayını almak gibi bağlayıcı maddeler var. Kurallara uymamanız halinde de sizi medyanıza geri gönderiyorlar. Ayrıca da embedded iken başınıza bir şey gelirse, sizi embedded yapan ordu (ki şimdiye kadar sadece ABD ordusu bu uygulamayı yaptı) sizden, orduya karşı herhangi bir dava açmayacağınıza dair sözleşme imzalamanızı istiyor. Bunlar gazeteciliğe, muhabirliğe tamamen aykırı yaklaşımlar. Embedded’in bu kadar kısıtlayıcı maddeleri olmasına rağmen, ABD askerî jargonunda embedded olmayanlara da ilginç bir sıfat /isim takılmış: Unilateral! Yani “Tek yanlı”. Askerle birlikte tankta, zırhlı taşıyıcıda cepheye giden, çatışmaları tek taraflı olarak izleyen embedded muhabir, bu yaklaşıma göre –nasıl oluyorsa?– multilateral (Çokyanlı) oluyor, hiçbir orduya bağlı ve bağımlı olmadan sahada çatışmaları izlemeye çalışan muhabir “Tekyanlı” olarak isimlendiriliyor. İlginç yani!
Embedded gazeteciliği savunanlar, bu yöntem sayesinde, çatışmaların çok yakınına gidilebileceğini, cepheden çarpışmaları çok yakından izlemenin mümkün olduğunu belirtiyor. Ayrıca bir ordunun içinde, gazeteci kimliği ile, gömülü olunca, askerlerle birlikte yatıp kalkınca askeriyenin halet-i ruhiyesini daha iyi anlayabileceklerini / yaşayabileceklerini söylüyorlar. Nihayet gömülü olmanın bir avantajının da, belki çatışmalar boyunca, yani embedded olunduğu süre içinde olmasa da –çünkü o dönemde sözleşme uyarınca aykırı, muhalif haberlere izin yok– bilahare kitap yazarak savaşın bir başka açıdan gerçeklerini yazmanın mümkün olduğunu öne sürüyorlar.
Bir çatışmaya ne kadar çok yaklaşırsan o kadar iyi “cover” edersin, diye bir kural yok. İyi gazeteci, yaşayan gazetecidir. Bu nedenle savaş muhabiri, risk değerlendirmesi yapıp, kendisinin asker değil, gazeteci olduğunu sürekli aklında tutup, cephede ilerleyebileceği minimum ve maksimum alanları saptar. Ordu Foto Film Merkezi size zaten propaganda olarak cepheden çok yakın çekilmiş fotograf ve filmleri servis edecektir. Onun yaptığı bir işi embedded gazeteci olarak sizin yapmanıza gerek yok. Roller karışmasın…
Savaş bittikten sonra embedded’lerin kitap yazması tabii ki iyi bir şey. Ama gazetesi, muhabiri, savaş cephesine, iki yıl sonra kitap yazsın diye göndermiyor. O sırada oradan, cepheden sıcağı sıcağına haber geçsin diye gönderiyor. Biz yurttaşlar, biz okurlar da, embedded gazeteciden, o sırada, cephede gördüklerini, o sırada isteriz, haber olarak isteriz, iki yıl sonra kitap çıkınca meraklısı olarak okuruz da, “Sen çatışma sırasında haberlerinde bunları niye yazmadın?” diye de sorarız. Cevabını bilsek de… Embedded gazetecinin embedded iken yazıp yayınladıkları biraz da “O benim resmi görüşümdü!” fıkrasına benziyor. Cepheden geçtiği ve medyasında yayınlanan haberlerle iki yıl sonra kitabında anlattıkları çelişiyorsa, ki çelişiyor, embedded’liğin gazetecilik açısından matah bir uygulama olmadığı açık. CNN, embedded muhabirlerine, ikinci Irak saldırısı sırasında, blog yazmayı yasakladı. Çünkü CNN’in embedded muhabiri, cepheden her gün, embedded kurallarına uygun haberlerini CNN’e geçiyor, ama CNN’e yazamadıklarını da kendi blogunda, savaş günlüğü şeklinde yazıyordu. CNN’de yayınlanan haberle blogda aynı muhabirin yazdıkları arasında dağlarca fark, hatta zıtlıklar vardı. CNN, Amerikan ordusu ile arayı açmamak için, muhabirlerinin blog yazmasını yasakladı.
Kırım, Vietnam, Malvinas
Niyazi de demin sözünü etti: 1853-56’daki Kırım Savaşı, gazetecilerin izlediği ilk savaş. Tabii o zamanki iletişim teknolojisi nedeniyle, Kırım’daki muhabir, London Times’a haberini ancak bir hafta-on günde ulaştırabiliyor. Fotograf yerine daha çok da kroki, resim ve illüstrasyonlar var. Çatışma ile çatışma haberinin yayınlanması arasında bu kadar zaman farkı olduğunu bilen muhabir/yazar/editör de, kuşkusuz bu farkı hesaba katarak, dar/sınırlı/kısıtlı bir çatışma bilançosu yerine, savaşı genel olarak betimleyen/anlatan bir üslup (Narrative) tercih ediyor.
Vietnam Savaşı (1963-73), medya-savaş ilişkileri açısından önemli. ABD, onbinlerce kilometre uzaktaki bu savaşın Amerikan kamuoyuna kendi istediği gibi yansıtılması için yavaş yavaş önlemler almaya başlıyor. Amerikan kayıp sayısı azaltılıyor, Vietnam kayıp sayısı abartılıyor, müthiş bir anti-komünist propaganda var…
Falkland ya da Malvinas Savaşı da (1982) medyanın resmî/askerî denetiminin bir üst aşamaya çıktığı savaş olarak bilinir. Muhabirler, İngiliz savaş gemilerinde görevlidir, haberlerini oradaki komutanın onayından sonra yazı işlerine geçebilirler. Merkezde Londra’da da gazete merkezlerine ordunun talimatları yağar. “Ordunun morali”, “Millî çıkarlar”, “Askerî sır” gibi kavramların bolca kullanıldığı talimatlar…
Savaşlar sürerken, son 40-50 yıl içinde medyanın da hem teknolojik olarak güçlenip yaygınlaşması, hem de toplum üzerindeki etkilerinin artması nedeniyle, halkın savaş zamanında da habere özgürce ulaşmasını sağlamak için, savaş zamanında da iyi gazetecilik yapmak için, önce teorik olarak, sonra da pratikte bazı alternatif arayışlar, bazı karşı çıkışlar gündeme geldi. Mesela 70’li yıllarda Prof. Johan Galtung’un teorileştirdiği Barış Gazeteciliği bu arayışların / karşı çıkışların en önemli / en bilinen örneği.
Buraya bir parantez açayım: Barış Gazeteciliği, bir tarz, bir üslup, bir sistem olarak tabii ki önemli. Aslında son yıllarda sadece Barış Gazeteciliği değil, Hak Haberciliği, Yurttaş Gazeteciliği, Sosyal Medya İletişim Paylaşımı gibi çeşitli akımlar ortaya çıktı. Hepsi de bence özde olumlu, iyi niyetli girişimler. Fakat tüm bu akımlar, aslında bizim bildiğimiz klasik gazeteciliğin, geleneksel gazeteciliğin özünü, işlevini, amaçlarını kaybetmesi nedeniyle ortaya çıktı. Klasik gazetecilik, belki de ilk doğumundan bu yana zaten barış yanlısıdır, zaten hakların savunuculuğunu yapar. Ama zaman içinde gazetecilik, giderek malî sermayenin, egemenlerin bir ajitasyon-propaganda aracı haline gelince, klasik –burada belki de egemen, yaygın demek gerek– gazetecilik eski olumlu işlevlerini, amacını yitirince, eski işlevleri yerine getirecek mekanizmalar ihtiyacı belirdi.
Reed, Hemingway, Londres ve diğerleri
Bu söylediklerimi örneklemek / kanıtlamak için eskilerden birkaç örnek sayacağım:
- John Reed. “Dünyayı Sarsan On Gün” romanı aslında bir savaş gazeteciliği klasiğidir. Esaslı bir röportaj dizisi gibi okunabilir.
- Ernest Hemingway’i romancı olarak biliriz, ama gazeteciliği/muhabirliği de vardır. Balkan Savaşı – Birinci Dünya savaşı döneminde Amerikalı genç bir gazeteci olarak bölgeden günü gününe haberler geçmiş. Bir kısmı Türkçe olarak da yayınlandı. Savaşın yıkımlarını, insanî trajedileri çok güzel anlatıyor.
- Albert Londres da Fransızların müthiş bir gazetecisidir. İki dünya savaşı arasında neredeyse bütün dünyayı dolaşıp uzun röportajlar yayınladı. I. Dünya Savaşı sırasında da cephelerde dolaştı, haber yaptı.
Bu üç kıdemli gazetecinin yazdıklarını okurken, özellikle de savaş röportajlarını okurken bir şey dikkatimi çekti: Reed Amerikalı, evet, Bolşeviklere belirli bir sempatisi var. Ama Rus değil. Dolayısıyla Sovyet Devrimini izleyip aktarırken herhangi millî bir önyargısı yok. Keza Hemingway de Amerikalı, Osmanlı ile Balkan halkları arasındaki ihtilafta taraf olacak bir kimliği yok. Nihayet Londres’un, mesela Çin ya da Güney Amerika röportajları, Fransa’nın da dahil olduğu I. Dünya Savaşı röportajlarına oranla daha sağlıklı, çünkü Çin ya da Latin Amerika’da Londres’un kimlik olarak meyledeceği, tutacağı bir taraf yok. Meselelere daha uzak, daha soğukkanlı bakabiliyor.
Reed, Hemingway, Londres… Bu üç gazetecinin yaşadığı ve savaş muhabirliği yaptığı dönemlerde medya teknolojisi de tabii ki bugüne göre çok geri. Öyle anı anına cepheden çatışma haberleri ya da fotograf filan gönderemiyorsun. Biraz da bu nedenle, ama esas olarak savaşa bakış açısıyla, bu üç gazetecinin yazıları, haber-yorum ya da izlenim denebilir bunlara, daha “narrative” bir tarzda. Öykü anlatır gibi adeta…
Bugünün Barış Gazeteciliği yaklaşımının ve ilkelerinin önemli bir kısmı bu üç gazetecinin perspektifinde ve yazılarında var. Bir kere her üç yazar da, savaşın sürmesi için değil, bitmesi için habercilik yapıyor. Tüm yazılar insan odaklı. Üç gazeteci de savaşan taraflardan birinin propagandasını yapmıyor. Ölü-yaralı sayısı üzerinde durmaktansa, savaşın nedenleri ve olası barış ihtimalleri üzerinde duruyorlar.
Ne çok eski ne çok yeni bir başka olumlu örnek de Walter Cronkite’tır.
1963-73 döneminde ABD’nin Vietnam Savaşı döneminde CBS’in efsanevî haber sunucusu Cronkite, II. Dünya Savaşı sırasında da savaş muhabirliği yaptığı için tecrübeli bir gazeteci. 70’li yıllarda New York’ta stüdyoda ana haberleri hazırlayıp sunarken, Vietnam’dan gelen haberler konusunda yavaş yavaş kuşkuya düşüyor. Ve koltuğunu bırakıp olay mahalline gidiyor. Yaklaşık bir hafta-on gün boyunca Vietnam muhabirliği yapıyor ve Amerikan havaalanlarına inen asker cenazelerinin yanısıra, Amerikan kamuoyunun Vietnam Savaşı konusundaki algısını değiştirmesinde önemli bir rol oynayan bir gazetecilik yapıyor. Bu haber klipleri bugün hâlâ ABD’de doğru dürüst gazetecilik okullarında ders olarak gösterilir. Ben birkaç tanesini gördüm. Özü, “Burada durum hiç de bizim Amerika’da sandığımız gibi değil. Bir avuç komünist Vietkong dediklerimizin burada önemli bir desteği var… Ordu içinde moraller çok yüksek değil” vs… Cronkite’ın bu “coverage”ı Amerikan yönetimini, özellikle de orduyu çok rahatsız etti. Hatta bir Genelkurmay Başkanı, Cronkite haberlerine gönderme yapıp “Biz Vietnam’da savaşı Amerikan medyası yüzünden kaybettik” bile demiştir.
Reed, Hemingway, Londres, Cronkite örneğini bugünün koşullarında sürdürmeye çalışan iki önemli gazeteci var: Robert Fisk ve John Pilger. Fisk yaklaşık yirmi yıldır Beyrut’ta yaşıyor. Arapça biliyor. Akademik olarak da Ortadoğu uzmanı. Afganistan dahil bölgeyi gazetesi Independent için en iyi şekilde, yani Oryantalist olmayan bir yaklaşımla izleyip aktarıyor. Afganistan’da Amerika birlikleri Kabil’e girerken, o da muhabir olarak oradaydı, başka muhabirler gibi Amerikan tankları ya da zırhlı araçlarıyla girmemişti başkente, ama giysileri nedeniyle yerli olmadığı, Batılı olduğu belli olduğu için bir grup Afganlı tarafından çok fena şekilde dövüldü. Bu olaydan sonra kaleme aldığı yazıda, “Afganlılar haklı, ben de olsaydım bu İngilizi döverdim” mealinde bir yazı yazdı ve Afgan halkının İngiliz egemenliğine karşı duyduğu hınç ve nefreti anladığını itiraf etti.
Pilger ise bağımsız bir gazeteci, solcu, özellikle Timor meselesinde Chomsky ile birlikte müthiş bir gazetecilik yaptı. Sahada iyi muhabirlik ile konuya ilişkin bilgilerini çok iyi birleştirdi.
Bizden aklıma gelen iki isim saymak gerekirse, 60’lı, 70’li yıllarda Ergin Konuksever, ki gözükara bir muhabirdi, özellikle Kıbrıs Harekatı sırasında büyük güçlüklere rağmen mesleğini başarıyla yaptı. Son dönemlerde de Coşkun Aral, Sipa muhabiri olarak Lübnan ve Afganistan’a çok iyi savaş muhabirliği yaptı. Çoşkun, bir röportajında, “İçim kan ağlaya ağlaya, ama profesyonellik gereği o vurulmuş çocukların, kanlar içindeki insanların fotograflarını çekip yayınlarken, insanlara savaşın vahşetini göstermek istiyordum, onlarda ‘aman bir daha böyle şeyler olmasın’ tepkisini yaratmaya çalıştım” demişti.
Gazeteci Akil Adam olur mu?
Son dönemde bizde “Akil İnsanlar” tartışması var. Bu heyetin, başka örneklerde olduğu gibi, devletle PKK arasında daha iyi bir diyalog zemini oluşturmak için, iki tarafın da güvendiği, tecrübeli, bilgili, sağduyulu bir heyet olması gerekirken, bizde adeta devlet memuru gibi, tek tarafça atanmış ve yapılan açıklamaya göre “halkın algısını sürecin olumlu hale gelmesi için değiştirmeye yönelik” bir misyonla görevlendirildi. Bu heyette yer alan kişiler gerçekten akil midir, bu heyetin böyle bir misyonu olabilir mi gibi siyasî konulara burada şimdi girmiyorum. Benim ilgilendiğim, 63 kişilik heyette yer alan 19 gazeteci!
Geçenlerde Yeni Harman dergisinden bir arkadaş, “Yavuz Baydar’a göre, akil insan heyetinde yer almak gazetecilikle çelişir. Buraya atananlar gazeteciliğe devam etmek istiyorlarsa derhal istifa etmeleri gerekir. Katılıyor musunuz?” diye bir soru sordu. Ben de cevaben “Yavuz benim eski arkadaşımdır. AKP iktidara geldiğinden beri kendisiyle birçok konuda hemfikir değilim. Ama bu konuda söyledikleri doğrudur, katılıyorum” dedim. Açayım biraz bu konuyu:
Gazeteci, ilke olarak aktör olmaz, olamaz, olmamalıdır. Çünkü gazetecinin görevi, aktörlerin ne yaptıklarını izleyip haberleştirmektir. Gazeteci aktör olursa birçok sorun ortaya çıkar. Önem sırasına göre söylemiyorum. Gazeteci, aktör olunca, haliyle başka gazetecilerde, yani meslektaşlarında olmayan bazı bilgilere ulaşacaktır. Dolayısıyla haksız rekabet yapmış olacaktır. Gazetecinin, aktörü değerlendirmek, yorumlamak gibi görevi varken, kendisi aktör olunca, kendi kendisini değerlendirmek, yorumlamak gibi bir konuma düşer, ki bu durum, bir kişinin hem sanık, aynı zamanda da yargıç olmasına benzer. Gazeteci aktör olduğunda taraf olur, oysa ki gazetecilik, tüm taraflara eşit uzaklıkta olmayı zorunlu kılar.
Bizim Akil İnsanlar heyetine önerilen ve bu misyonu rededen iki gazeteci var: Mehmet Barlas ve Taha Akyol. İkisinin de siyasî görüşlerine hiç katılmam, ama Barlas ve Akyol çok nazik, çok diplomatik bir şekilde bu görevi redetti. “İş yoğunluğu ve sağlık sorunları” nedeniyle dediler. Anlayana çok şey var bu iki mazerette… Sağlık sorunun varsa, iş yoğunluğunuzun olmaması gerekir. Neyse… Bu misyonu kabul edenler, ama cup diye üstüne atlayanlar, Yeni Akit gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ile aynı listede isimlerini görmekten rahatsız olmayanların iş yoğunluğu yok mu acaba?
Akil İnsan heyetinde yer alan gazeteciler, evet, Yavuz’un dediği gibi, Barlas ve Akyol’un yaptığı gibi bu görevden ayrılmalılar. Okur, bundan sonra onların yazdıklarına ne gözle bakacak? Akil Adam olarak mı yazıyor? Yoksa kendisi adına mı konuşuyor? İkisi çelişkili olursa ne olacak?
M. Ali Birand’a saygı
Bitirirken bu gazeteci/aktör ikilimine/çıkmasına güzel bir örnek aktaracağım. Böylelikle, toprağı bol olsun, Mehmet Ali Birand ağabeyimizi de anmış olacağım.
İsmet İmset, Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Daily News gazetesinde çalışan parlak bir muhabir arkadaşımızdı. Dönemin en iyi PKK kitabını yazdı, PKK’nin ve devletin arşivlerinden topladığı bilgi ve belgeleri çok iyi tahlil etti. İsmet, bence iyi bir Kürt uzmanı idi. Ne var ki, gazetecilik etiğine yakışmayan iki eylemde bulundu. Birincisi, Öcalan’ın Bekaa Vadisi’nde düzenlediği ilk ya da ikinci büyük basın toplantısına muhabir olarak katılmıştı. Yabancı basın mensupları da vardı. İsmet, orada muhabirliğini unutup ya da bir kenara bırakıp Öcalan’a tercümanlık yaptı. Ben de simültane çevirmenlik yaptığım için bu işleri bilirim, gazetecilikle çevirmenlik de çelişen iki ayrı meslek/alandır.
İkincisi… PKK yine o dönemde Bingöl yöresinde üç ya da dört turisti kaçırmıştı. Ordu da turistleri kurtarmak için bölgede operasyon başlatmıştı. PKK operasyonların sona erdirilmesini, aksi takdirde turistlerin hayatının tehlikeye düşebileceğini açıkladı. Bu sırada herhangi bir taraftan bir öneri gelmediği halde –gelse de önemli değil– İsmet, “ordu operasyonlarını üç gün durdursun, ben rehin kaçırılan turistlerin serbest bırakılmasını sağlayabilirim” dedi. İsmet’in bu tutumu gazeteci tutumu değildir. Arabulucu olmayı önermek, aktör haline gelmektir. İsmet’in arabuluculuğu kabul edilmedi, ama neyse ki PKK turistleri bir süre sonra serbest bıraktı.
Aynı günlerde, genç bir muhabir, Mehmet Ali Birand’a
- Efendim, siz böyle bir durumda arabuluculuk yapar mısınız? diye sordu.
Birand’ın cevabı:
- Yok yapmam. Ben arabulucu ile röportaj yapmak isterim.
İşte gazetecilik budur!
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Ragıp Duran
(Bu metin, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türk-Alman Vakfı ile birlikte 10-13 Nisan 2013 tarihlerinde Antalya’da düzenlediği 27. Türk-Alman Gazetecilik Semineri’nde “Savaş ve Şiddet Eğilimi Karşısında Gazetecilik” başlıklı oturumda yapılan konuşmanın bilahare kağıda dökülmüş ve zenginleştirilmiş versiyonudur.)
(*) Dün 24 Nisan’dı. Ermeni Soykırımının 98. Yıldönümü. Türk egemen medyasında, Beyaz Saray’dan “Soykırım” sözcüğü çıkacak mı korkusu hakkında birkaç haber vardı. Çok az sayıda köşe yazısı 1915’den söz ediyordu. Resmî ideoloji, hayvan terbiyecisi gibi nasıl da devekuşu haline getirebilmiş bu kadar büyük bir kitleyi, hayret.
- See more at: http://birdirbir.org/savas-siddet-ve-gazetecilik/#sthash.OrpnQqGA.dpuf